BAZARDÜZÜ’NE
TÜRKİYE’DEN İLK ÇIKIŞIN HİKAYESİ
15
kişilik ideal bir ekiple 21 Ağustos gecesini 22 Ağustos'a bağlayan gece Sabiha
Gökçen Havaalanında buluştuk. Uçağımızın rötar yapması nedeniyle sabaha karşı
5'te inebildik Qebele havaalanına. Rehberimiz sevgili dostum Babek İskenderov
Orabanlı ve kaptanımız Hüseyin orada bizi bekliyordu. Derhal eşyalarımızı araca
yükleyip yola koyulduk. Heyder Aliyev Bulağı'nda küçük bir mola verdikten sonra
Şamahı kentine kadar hiç durmadan gittik.
Şamahı
çok özel bir yerdi benim için
çünkü romanımın başkahramanı Nesimi'nin doğduğu yerdi. Oradan geçerken
kulaklarımda "Sığmazam, sığmazam, sığmazam Ene'l-Hak" sözleri
çınlıyordu. Tüylerim diken diken oldu. Şamahı'da kahvaltımızı yaptıktan sonra
yola devamla Kuba kentine kadar geldik. Burada
Azerbaycan simkartlarımızı edindik, paralarımızı Manat'a çevirdik, 4
günlük kumanyamızı aldık ve son kez
yemek yedikten sonra Hınalık Köyü'ne yani Şahdağı Milli Parkı girişine doğru
yola koyulduk.
Milli
Parkın kapısında bizi kötü bir şaşırtı bekliyordu. Çünkü Azerbaycan'da kafanıza
göre dağa gidemiyorsunuz. Giderseniz dağlarda gezen askerler tarafından
tutuklanabilirsiniz. Azerbaycan'da dağcılık yapabilmek için “Ekoloji
Nazirliyi”nden izin alınması gerekiyor. Bu iznin bölge karakollarına
gönderilmesi vs. 15 gün sürüyor. Bizim izin yazılarımız Babek'te idi ama bu
izin yazılarının ilgili nüshaları, Hınalık'taki jandarmaya gönderilmemişti. Bu
nedenle Şahdağı Milli Park girişinde 3 saat kadar bekletildik. Yol yorgunuyduk
ve bu 3 saatin bizim için değeri çok fazlaydı. Neyse ki bu durum tadımızı
kaçıramadı her birimiz bir köşede çayırların üstünde uykuya daldık.
GAS marka
4x4 eski Rus askeri kamyonetine eşyalarımızla birlikte istif olurken bizi
şahane bir yolculuğun hatta şahane bir safarinin beklediğini bilmiyorduk.
Dimdik yokuşlardan çıkıyorduk, bu araba buradan inemez dediğimiz yerlerden
iniyor, derin derelerden geçiyor, yol olmayan dağ
yamaçlarından paldır küldür gidiyorduk. Hayatımda yaptığım en güzel yolculuktu
diyebilirim.
Şahdağı'nın
içlerine girdikçe, Kafkas yaylalarını, atlarını, atlı askerleri gördükçe başka
bir dünyaya girdiğimizi farkediyorduk. Uçsuz bucaksız platolardan geçerek
"Sovyet kamyon"umuzla kamp yerimize doğru ilerliyorduk. Her vadiden
geçişte her yüksek dağ görüşümüzde "Acaba Bazardüzü burası mı?" diye
birbirimize soran gözlerle bakıyorduk. Rehberimiz, kamyonun kabin kısmındaydı.
Garip ama bir o kadar da eğlenceli "komünist kamyon"umuz, bizi nereye
götürürse oraya gidiyorduk. Yolculuğumuzun sonlarına doğru, çok derin bir
nehirden gürültülerle çıkarken kamyonun kasasına kadar sulara gömülmemizden
dolayı çok koktuk çünkü hem kendimiz hem de sırt çantalarımız ıslanabilirdi.
Vadinin
iyice daraldığı yerde "Komünist kamyon"umuz böğürerek durdu. Gün,
yerini geceye devrederken çantalarımızı kamyondan indirip kampımızı kurduk. Az
ilerideki "bulak"tan sularımızı doldurduk, termoslarımıza sıcak su
hazırladıktan sonra çadırlarımıza çekilip uyuduk. Sabah 03.00'te kalkıp
04.00'te zirveye hareket ettik. Nereden bilebilirdik ki kamp yerimize tam 18
saat sonra döneceğimizi. Bu gecikmenin nedenleri vardı elbette. Ana kampa tam
yükle ulaşmaktan vazgeçtiğimiz için ana kampa 3 saatlik mesafede kamp kurmuştuk
ve hal böyle olunca zirveye 3 saat geriden başlamıştık. Ayrıca kamp yükü ile
ana kampa ulaşmak gerçekten çok zordu. Çünkü, buzullardan gelen çamurlu, coşkun
bir derenin yüz metre üst yanından, patika sayılmayacak, incecik bir cılgadan,
küçücük dahi bir hatanın ölümle sonuçlanabileceği bir yerden "aman dikkat"
diyerek geçiyorduk.
Yolumuzun üstünde
her yer bulaktı. Bulakların buz gibi sularından kana kana içiyorduk. Azerbaycan
toprağı bizi öz çocuğu kabul edip bağrına basıyordu. O sulardan içtikçe,
Azerbaycan, genlerimize vatan olarak işliyordu her yudumda.
Üstü toprakla kaplanmış
buzullar, bembeyaz başlarını çıkarmaya çalışıyordu sanki bizi selamlamak için.
Zirve buzuluna kadar su olmayacağı konusunda rehberimiz sevgili Babek, bizi
uyardı. Suda hafiften bir kükürt kokusu vardı. Bu sonuncu bulaktı. Buradan
dikine vurduk. Parkur gittikçe dikleşiyordu ve bu dik çarşak parkurda zikzaklar
çizerek irtifa almaya çalışıyorduk. Her biten tepenin ardında, daha dik bir
parkurdan ulaşılabilecek başka bir tepe daha görünüyordu. Üst üste gelen bu
kötü şaşırtılar, kaç kere tekrar etti bilinmez. Bu dik rota, fena yorucuydu. O
zirveyi yapan tüm ekip arkadaşlarımı gerçekten, içtenlikle kutlarım.
Rehberimiz Babek,
ara sıra uzanıp giden Kafkas dağları hakkında bilgiler veriyordu. Şu Çıngız
(Cengiz) Dağı, şu Tufan Dağı, şu Atatürk Zirvesi, şu Heyder (Aliyev) Zirvesi,
şu Bazaryurdu... Eeee diyoruz, "Hani Bazardüzü?" "Onu 5 saat
sonra görebileceksiniz." diyor. "Varacaksınız." demiyor,
"Göreceksiniz." diyor.
Ne yorucu...
Rehberimiz sadece
dağları değil, başka bir coğrafyada olmamızdan dolayı şaşakalmış yön duygumuzu
da tamir ediyordu. Şurası güney batı, orada benim memleketim olan Şeki kenti
var, Oğuz, Qebele kentleri var, doğuya doğru giderseniz İsmayıllı ve Şamahı
rayonları, Quba, Qusar... Yönümüz tarafı ise Dağıstan yani Rus toprakları.
Sürekli olarak
kısa molalar vererek yükseliyorduk. Bazardüzü çıkışında hiç düz ya da iniş yok.
Hep yokuş... Hem de ne yokuş... Saatler süren bir yolculuktan sonra Babek, “Bu
dağa Türkiye’den çıkan ilk grup siz olacaksınız.” demez mi. O ana kadar bunu bilmiyorduk.
Bu tarihi olayı kendi haneme yazmak istediğimi söyledim rehberimize ve
kendisini geçerek önden kopup gitmek için ondan izin aldım.
Kafkas dağlarının
3. en yükseğine yani Bazardüzü Zirvesine Türkiye'den ilk çıkan kişi olma
onuruna eriştim. Önceki yıllarda Kafkasların en yükseği Rusya'daki Elbruz'a iki
kez, Kafkasların 2. yükseği olan Gürcistan'daki Kazbek'e bir kez
çıkmıştım. İşte şimdi üçlüyü tamamlamıştım. Biliyorum ki, bundan sonra
ülkemizden bu dağlara akın olacaktır. Doğrusunu söylemek gerekirse birçok dağ
gördüm ama beni bir Kaçkarlar bir de Azerbaycan dağları bu kadar etkiledi.
Atlı Azerbaycan
askerleri, atlı çobanlar, köylerde insanların Türklere karşı sıcaklığı,
şehirlerde Türk olduğumuz için para almayan taksiciler, müze girişlerinde
bizden yerli ücreti alan görevliler, ruhuma sinmiş olan “Türklük” duygusunu
ululadı.
Çok değişik
hislerle, gecelerden bir gece, tüm kampı toplayıp, yıldızlı Kafkas dağlarının
geçit verdiği vadilerden, Şahdağı'na doğru, bilinmez bir karanlıkta
"komünist kamyonumuz"la yola koyulduk.
ŞAHDAĞI BÖLÜMÜ:
Azerbaycan dağ faaliyetimizin 2. etabındaydık. Rusların bu
topraklardan çekilip giderken bırakıp gittikleri Sovyet kamyonumuz, gecenin
içinde homurdanan huysuz bir aygır gibi dağların sessizliğini boza boza
Şahdağı'nın kamp yerine gelmiş olmalı ki birden bire durdu. Bir müddet
bekledik. Acaba tekrar çalışacak mı diye. Çünkü aracımız yavaşlarken beraber
istop ediyordu. Yine o cinsten bir duraklama mıdır bilemediğimizden, soran
gözlerle başka gözler aradı gözlerimiz, zifiri karanlıkta, Kafkas Dağları’nda
hiç bilmediğimiz bir noktada. O sarsıntıda, derelerden, kayalardan atlaya
zıplaya geçen Rus kamyonumuzun kasasında yorgun bedenlerimiz, yıldızların
altında kendini uykuya terk ediyordu. Öyle yol olmayan yerlerde, en az 60
yaşında, böyle konforsuz bir kamyonun kasasında uyunur mu demeyin. On sekiz
saat süren Bazardüzü zirve çıkışı dönüşü, paldır küldür kampı topla, kamyona
istiflen... Uyursun, sen de uyursun.
Ay, konuklarına yardımcı olmak için Kızılkaya'nın tepesinden
göründü görünecek. Herkeste bir çadır kurma telaşı. Çadırını kuranlar, o
yorgunluk sonrası, yemek bile yiyemeden tulumlarına gömülüp kusursuz bir uyku
çekmek için çadırlarına girdiler, kimisi ise hala çadır kuracağı yerin
taşlarını ayıklamakla meşgul. Hiç kimsede ses yok. Ben sıcak suda anında yumuşayan
bir makarna yaptım kendime ama suyu kaynatmak bir saatimi aldı. Rakım 2550
metre idi. Yemeğimi bitirir bitirmez çadırıma girdim. Vahap da yemek yemeden
uykuya dalanlardandı. Benim geldiğimi fark etmedi bile. Tulumuma girer girmez
uyumuşum. Ertesi günü boş gün yapmıştık. Sabah 9 sularında uyandım. Aladağların
kayalık vadilerine benzeyen bir vadide kamp atmışız demek ki. Gecenin
karanlığında nasıl bir yerde olduğumuzu görmeden kampımızı atmıştık. Manzara
harikaydı. Fotoğraf makinemı aldım. Güzel birkaç fotoğraf çektim. Güneş henüz
çadırlarımıza ulaşamamıştı. Kamp yerimizin yan tarafından gürül gürül bir dere
akıyordu. Dereye küçük bir keşif yürüyüşü yaptım. Ellerimi, kollarımı,
bacaklarımı, boynumu buz gibi sularla yudum. Bütün yorgunluğum, Şahdağı'nın bu
çelik gibi sularında akıp gitmişti. Geri döndüğümde birkaç kişi daha uyanmıştı.
Çadırdan dışarıya kafasını uzatan herkes, doğanın bakirliğine, güzelliğine
"iyi ki buradayım" dercesine bakıyordu.
Derken
ortalıkta kahvaltı hareketliliği başladı. Güzel bir kahvaltıdan sonra
rehberimiz Babek ve kaptanımız Rasim'den akşam yemeği için Çoban Müseyb'ten bir
koyun alıp Hınalık'ta haşlayıp gelmeleri için sözleştik ve Engin'le birlikte
şelalelere doğru yürüyüşe çıktık. Yemyeşil bir vadinin içinde şırıl şırıl bir dere,
renk renk çiçekler eşliğinde akşamı ettik.
Akşam, o
gece yapacağımız tırmanışı organize etmek için toplantı yaptık. Bazardüzü zirve
çıkışında görülen aksaklıkları en aza indirebilmek için yapılan bir toplantıydı
bu.
O gece Türkiye saati ile 02.00'de zirveye doğru hareket
ettik. Bir gün önce yavaş yavaş dolaştığımız vadilerden şimdi bir hedefe
ulaşabilmek için hızla çıkıyorduk. Vadinin bitiminden sola dönerek kayaların
arasındaki bir cılgadan yükselmeye başladık. Son bulak, buradaydı. Su
eksiğimizi tamamladık. İlk boyuna ulaştığımızda güneş doğmak üzereydi. Burada
"seher yemeyi" molası verdik. Hava kapalıydı ve buz gibi bir rüzgar
esiyordu. Kahvaltı molasından sonra solu dağ, sağı aşağılara kadar uzayıp giden
zaman zaman buz parkurlarına giren bir çarşaktan ikinci boyuna kadar iki saatte
ulaşabildik. Buradan sola dönerek dimdik bir rampadan yükselmeye başladık. Bir
buçuk saat sonra Şahdağı buzuluna ulaştık. Buzul çıkışı 45 dakika sürdü.
Buzuldan sonra zirveye yarım saatlik bir mesafe kalmıştı. Sonunda zirveye
ulaştık. Hızlıca zirve fotoğraflarımızı çekildik. "Günorta yemeyi"ni
orada yedik.
Hava hızla kapatıyordu. Kazma, baton gibi metaller
bulutlardaki elektrik akımına maruz kalabileceği için bunları pançolarımızla sararak
hızla irtifadan kurtulmaya çalışıyorduk. Yağmur 3500’lerde koptu kopacak... Gök
gürültüleri... Hızla iniyoruz. Çarşak bölgenin bitiminde hava tekrar açıldı.
Saat 17.00'de kamp yerimize ulaştık. Yarım saat içinde toplanarak Hınalık'a
doğru, ünlü kamyonumuzla yola koyulduk.
Bazardüzü
ve Şahdağı zirve faaliyetleri kazasız belasız tamamlamış olmanın verdiği huzur
ile Bakü’ye doğru yola koyulduk.
Bakü’de Taksiciler
Türk olduğumuzu öğrenince para almak istemiyordu. Müze girişleri yerli 2,
yabancı 4 manat iken, bize, siz yerlisiniz deyip 2 manat almaları, dağda
karşılaştığımız Azerbaycan subaylarının bilinçli, aklı başında konuşmaları...
"Türkiye benim ikinci vatanım." "Burası Rus sınırı, dikkat edin,
bir hata yapmayın ki, biz zor duruma düşmeyelim, biz zor duruma düşersek
Türkiye de üzülür. Biz biriz." gibi cümleler ve daha niceleri... Ruhumuzun
derinliklerine gömdüğümüz Türklük tohumları birden bire ve yeniden patlatmaya
yetti. Orada çok iyi anladık ki, Haydar Aliyev'in dediği gibi, "TEK
MİLLET, İKİ DEVLET" idik.
0 Yorumlar