Ticker

6/recent/ticker-posts

Advertisement

Responsive Advertisement

İRAN ANILARI

İran’da önce İran Elbruz’unun (Alborz) en yükseği olan Alem-kuh (4852 mt.) sonra Demavend (5671 mt.) zirve çıkışlarını yaptıktan sonra sıra İran’ın kentlerine gelmişti. Karlı Alborz dağları, hala faal bir volkan olan Demavend’in zirvesindeki kükürt püskürmesi kolayca görülecek güzellikler değildi. Zorlu iki dağ faaliyetinin ardından çocukluğumdan beri adını duyduğum İsfahan’ı, Tebriz’i; sonradan onlara eklenen Tahran’ı, Yezd’i, Şiraz’ı görecektik.  Bir yıl önce de geldiğim İran’da dağ faaliyetimiz uzadığı için hiç kent göremeden ülkemize dönmüştük. Bu kez işler yolunda gitmiş, sorunsuz iki tırmanış yapmanın vermiş olduğu keyifle kendimi kah trenle kah otobüsle kah uçakla bazen de taksi ile İran’ın içinde yolculuk yaparken bulmuştuk.

İkindi güneşini arkamıza alarak Zagros Dağları’nın kuzeyine dizilmiş eski kervansarayları, kervansarayların yanı başındaki gözetleme kulelerini takip ederek Yezd’e doğru değişik duygularla yol alıyoruz. Yüzlerce belki binlerce yıldır kullanılan bir yol üzerindeyiz. Bu güzergahta karayolu olmadığı zamanları düşünüyorum. Bu sapsarı çölün ortasında bilinmezliğe doğru sessizce akan kervanlar geliyor gözümün önüne.

Çölde bir köyde mola veriyor aracımız. Arkadaşlarım çay içerken kendimi Kayyumabad Köyü’nün egzotik sokak aralarında buluyorum. Toprak bir kervansaray, toprak bir kule ve toprak evler… Toprak, toprak ve hep toprak… Sadece sinema platolarında olduğunu zannettiğim bir tarihin orta yerinde buluyorum kendimi. Bu köyde bin yıl öncesinde zaman durmuş sanki. Elimdeki makine ile kalakalıyorum köyün ortasında, bir ucube gibi… Daha İsfahan’ın büyüsünden çıkamamışken başka bir büyülü dünyanın daha orta yerinde buluyorum kendimi. Arkamda elinde su kaplarıyla beliren yaşlı bir kadın kendime getiriyor beni. Çeşmeye doğru bükülmüş beline rağmen yavaşça yürüyor. Burada zaman gerçekten durmuş. Her şey uykuda sanki. Sarı toprak evler uykuda, sokaklar uykuda, kervansaray uykuda… Çeşmeden akıp duran su bile bu sessizliği bozmamak için şırıldamasını en aza indirmiş. Onların rüyasına giren bir garip yabancı gibi, geleni geçeni gözetlemek için yapılmış kulenin duvarına yaslanmışım…  Yaşlı bir kadın yanımdan geçmesine rağmen yokmuşum gibi davranıyor. Ne bir selam veriyor ne de dönüp bakıyor. Rüyada olan ben miyim diye düşünmeden edemiyorum. Suyunu doldurup giderken de yokum sanki. Yaşlı kadın köyün içinde kayboluyor. Şırıl şırıl akan çeşmeye yöneliyorum. Birkaç yudum içiyorum. Kayyumabad Köyü’ne can veren bir çeşme bu. Suyun varlığı belki de köyün buraya kuruluş nedeni. Köye bir yabancının geldiğinden haberdar olan evlerden birer ikişer kişi çıkageliyor yanıma. Selam veriyorlar. Rahatlıyorum. “Demek ki varım, demek ki gerçeğim…” bu masal dünyasının orta yerinde. Konuşuyoruz onlarla. İsfahan’da oturuyorlarmış. Yazları birkaç günlüğüne uğruyorlarmış bu köye. “İsfahan’a 110 km uzaklıkta, İsfahan’a bağlı Naein İlçesine bağlı bir köydür Kayyumabad.” diyorlar… Bir yandan anlatıp bir yandan köyün kuytularına götürüyorlar beni. Buradan geçen kervanların uzun süre dinlendikleri bir yermiş burası. Neden uzun süre, diye soruyorum? “Yezd’den İsfahan’a kadarki 330 km’lik yolda yaz kış kurumayan tek su noktası burasıymış.” diyor Saber.  Hatta köyü kuran atalarının bile bu kervancılardan olabileceğinden bahsediyor.

Onların “kale” olarak adlandırdıkları kerpiç kervansarayın kanatlı kapıları kapalı. Hanın duvarlarının yıkık olduğu bir yerinden zor bela içeri giriyoruz. Kale demeleri boşuna değilmiş diyorum. Göz göz odaları, büyük kemerli yapıları yıkılmış da olsa eski heybetini gözlerimin önüne getirebiliyorum. Ne zaman eski bir kervansaray görsem o şiir gelir aklıma…

“Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş

Kurmuştular, tutuşan ocağa karşı bağdaş.

Çatırdayan çalılar dört cana can katıyor,

Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor…”

 

Bu duvarlar ne çok kurt masalı, ne çok haydut masalı dinlemiştir, diyorum. Duvarların ağzı olsa da anlatsa. Konar  göçer ruhum şiirdeki “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış” gibi hissediyor kendini… Nefeslerin sindiği duvarlar, duvarlarda iyice incelmiş is karartıları… Zamanın ötesinden gelen bir yolcu Kayyumabad Kervansarayı’nda…

Güneş arkamızda iyice eğilirken Kayyumabad’dan ayrılıyoruz. Saber ve Rasoul ben köşeyi dönene kadar arkamdan bakıyor. Son kez el sallayıp köşeden dönüyorum. Sonsuz bir düzlükte Yezd’e doğru ilerlemeye koyuluyoruz yeniden. Yol boyu bir anlam veremediğimiz yapılar, ara ara tuğla ocakları, arkamızda harika bir gün batımı. Aracımızı durduruyoruz, günü çölde batırmak için. Aralıksız esen ve eserken yakan bir çöl rüzgarı… Bu rüzgar serinletmiyor, adeta yakıyor. Gün battı. Zagros Dağları’nı sağımıza alarak bilinmezliğe doğru tekrar yola koyuluyoruz dümdüz bir çölün ortasında. Daha ne kadar gideriz bilinmez. Akşam karanlığında iniyoruz Yezd’e.

Denizden 1300 metre yüksekte olan ve İran’ın en eski kentlerinden biri olan Yezd, büyüklük bakımından İran’ın beşinci büyük kenti. Nüfusu 1.5 milyon civarında. Etrafı tamamen çöl olan bu kenttin etrafında pek köy yok. İran’ın çöldeki diğer yerlerinde de insanlar, çöl şartlarında köy kurmak ve ihtiyaç gidermek mümkün olmadığından, hep kentlerde toplanmış.

Yezd’in bir diğer özelliği de Perslerin dini olan Zerdüştlüğün Yezd’de canlı olarak yaşıyor olması. İran’da bugün 11.000 kadar Zerdüşt bulunduğunu biliyoruz. Mabedleri açık ve ibadetlerini özgürce yapıyorlar. Ancak turistlerin ve rehberlerin haricinde İranlı Müslümanların bu mabedlere girmeleri yasak. Ayrıca Tahran’da da Zerdüşt tapınağı ve hemen yanında Zerdüştlere ait bir lise var. Söylemeden edemeyeceğim, İran’daki bu inanç özgürlüğüne –nedense- şaşırıyoruz. Öyle ki, Yezd’de Yahudilere ait bir sinagog dahi var. Onlar da ibadetlerini özgürce yapıyorlar. Sadece inançlar konusundaki özgürlükler değil, İran’daki sokak hayatı da şaşırdığımız bir başka durum. Kaykayı ile yanımızdan geçen gençler, akşamları yerel sazlarıyla veya gitarları ile sokak müziği yapan müzisyenler, Türkiye’den geldiğimizi öğrenince yanımıza gelerek büyük bir özgüven içinde bizimle konuşan İranlı kızlar şaşırtıyor bizi. Ama beni İran’a hayran bırakan en büyük şey ise şairleri için şimdilerde türbeye dönüşmüş büyük anıt mezarlar yapmaları. Onlardan ilkini Şiraz’da ziyaret ediyoruz. Sadi-i Sirazi’nin kabrine kalabalıktan yanaşmak mümkün değil. Sonra Hafız-ı Şirazi’nin mezarını ziyarete gidiyoruz.   Türk edebiyatının da en büyük şairlerini etkilemiş olan Sadi ve Hafız’ın gül bahçesine dönmüş mezarları, şairleriniyalnız bırakmayan onları her gün ziyarete gelen sanatın ve edebiyatın kıymetini bilen on binlerce İranlı…

Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” adlı şiirindeki o bölümün tam da zamanı şimdi:

Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

Yeniden her gün açarmış, kanayan rengiyle.

Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış

Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.

 

Şiraz’da olmak ne güzel… Hafız’ın kabri başında olmak ne güzel…

Şaşırıyoruz! Tebriz’de “Şairler Mezarlığı” adı ile devasa bir anıt var. Türk edebiyatının en büyük isimlerinden, yakın tarihimizin en büyük gönül adamlarından biri olan “Heyder Baba” şairi Şehriyar burada yatıyor. Bu devasa anıtı, onun mezarının üzerine inşa etmişler. İran’a bir kez daha hayran kalıyorum. “Heyder Baba’ya selam!” deyip Şehriyar’ın huzurundan ayrılıyorum. Yirmi – yirmi beş kişilik Tebriz Türkleri Şehriyar’ın az ötesinde bir ağacın altına oturmuşlar, çok eski bir Türk geleneğini icra ediyorlar. Heyder Baba şiirinden bir dörtlüğünü bazen türkü şeklinde bazen şiir şeklinde sırayla okuyorlar. Türkiye’den geldiğimizi duyduklarında yüzlerindeki sevinci yüzümde, kalplerindeki çarpıntıyı kalbimde hissettim. “Heyder Baba” dediler, Şehriyar’ın yurdunda…

Heyder Baba, dünya yalan dünyadı,

Süleyman’dan Nuh’dan kalan dünyadı,

Oğul doğan, derde salan dünyadı,

Her kimseye her ne verip alıbdı,

Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı.

 

Şehriyar’ın mezarı başında coşan duygularıma şimdi gözyaşlarım eşlik ediyor. Türküyü söyleyen yaşlı amcanın sesi yüreğime dokunuyor. Gözlerini açmadan sarsılarak söylüyor Heyder Baba’nın her bir dizesini. Uzanıp gözyaşlarına dokunmak geliyor içimden. Acı, özlem, isyan hepsi bir arada. Oraya oturup hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum nedense… Oturmak ve hiç kalkmamak yanı başlarından… Şeyriyar’dan ayrılmak kolay mı? Ağacın gölgesinde hasretin, acının, ayrılığın, ölümün arı bir Türkçe ile dile döküldüğü Heyder Baba’yı gözyaşlarına katan bu güzel insanlardan ayrılmak kolay mı? İçim acıyor, yüreğim yanıyor, ağlaşıyoruz vedalaşırken... Aracımız oradan ayrılırken, o güzel insanlardan,  Şehriyar’dan yaşlı gözlerimi onlar artık görünmeyene kadar alamıyorum.

 

Şaşkınlıklarımın başkenti İran. Tebriz’de bir başka yere doğru, kenti yukarıdan görmek için Eynali Dağı’na hareket ediyoruz. Karayolunun bittiği yerde karşımıza botuyla, kar kazmasıyla ve dağcı kıyafetiyle bembeyaz bir heykel çıkıyor. Ülkemizin gururu dağcı Tunç Fındık ile başladıkları 14x8000 projesini başarı ile bitiren ve henüz 37 yaşındaki Azim Gheychisaz’ın heykeli, Eynali Tepesi’nden Tebriz’i seyrediyor. Sadece şairine değil, sporcusuna da değer veriyor İran. İyi ama diyoruz, İran bize hiç böyle anlatılmamıştı. Nasıl şaşırmayalım, nasıl hayret etmeyelim, nasıl hayran kalmayalım İran’a!

Elbette rejim İran sokaklarında kendini hissettiriyor. İran kentlerinde bir hafta boyunca hep şortla dolaşmama rağmen, bir kere, “Burası İran, şort giyemezsin.” diyor kaldırımda oturan adam; Tahran tren istasyonunda polis, yanımdaki İranlı arkadaşımı yanına çağırarak, şort giymemem konusunda kibarca uyarıyor onu. Bize anlatılan İran, yaka paça içeri atılacağımız bir İran’dı. Kırbaç cezaları, sopa cezası...

“İran Yanılgısı” yerle bir oluyor kafamızda… İran’a ambargo uygulayan ülkelerin başında ABD geliyor. Ancak her yerde coca cola, mallboro ve pepsi satılıyor. “Bu nasıl ambargo o zaman?” diyoruz.

Zerdüştler, inanç olarak ölülerini gömmüyor ya da yakmıyor. Onları doğaya armağan ediyorlar. Zerdüştlerin mezarlığı olan tepelerin doruklarındaki “Sessizlik Kuleleri”ne ölü bırakmaları devlet tarafından yasaklanmış. Ancak cenaze kaldırma ritüelini gizli de olsa bu eski gelenek üzre yapan İranlıların olduğu da söylenenler arasında. Yezd’den Şiraz’a giderken Cham Köyü’ndeki “Sessizlik Kulesi”ni görmeden geçemezdik. Sapsarı bir coğrafyada sapsarı yapılar ve bu yapıların üzerinde yükselen sapsarı bir Sessizlik Tepesi…

 Zagros Dağları’nın yanı başında uzanan çölde bir garip kent: Yezd. Zerdüşt yapılarının, mabetlerinin etkisinden çıkamamışken Yezd’in sokakları düş içinde düş görmemize neden oluyor. Yaşadığımız yüzyılın binlerce yıl öncesinde bir masal aleminde buluyorum kendimi. Bu masal alemi, kendini yenilemeyi unutmuş sanki, zamana uymak gibi bir derdi yok Yezd’in. Büyülenmemek elde değil.

Yezd’in daracık sokakları başımı döndürüyor. Sarhoş oluyorum İran’ın buram buram tarih kokan, kültür kokan bu kentinde. Yezd’in daracık sokaklarının bir ruhu var. İnsanın içine işleyen, insanla konuşan, insanı değişik duygulara, değişik alemlere götüren bir ruh… Çok uzaklardan belli belirsiz kulağıma çalınan bir çöl ezgisi gibi, sararmış eski bir fotoğraf gibi… Yakıcı güneşin altında Yezd’in daracık sokaklarını arşınlarken rüyada mıyım diye kaç kere sordum kendime. Yezd, en usta ressamların elinden çıkmış bir başyapıt gibi. Çölün doğal rengine bir tutam turkuaz eklenmiş bir tuval gibi.

Bu sapsarı ve kahverengi tonların içinde kıyafetimin rengi tuhaf geliyor bana. Daracık sokaklarda kayıtsız yürüyorum. Kapılar sımsıkı kapalı. Kapıların arkasındaki yaşamları merak ediyorum: Nefes alışları, çocuk kahkahalarını, akşam işten eve dönen babaları, ailecek yenen yemekleri… Yemekte neler konuştuklarını…

Gözüm bir an pencere arıyor bu toprak renkli sokaklarda. Pencerelerden uzanmış meraklı bakışlar olmalı, diyorum kendi kendime. Ama yok, pencere yok. Ben mi göremiyorum acaba, sadece kapı ve duvar, pencere yok.

Karnımızın acıktığını nice saatten sonra fark ediyoruz. Yemek yemek için bir yere giriyoruz. Birden Simbad masallarının orta yerinde buluyoruz kendimizi. Uçan halısı ile gelecek birini arıyor gözlerimiz. Kubbeleri, yayvan kemerleri, turkuaza bürünmüş camileri, Selçuklu tarzı mukarnasları, kapalı çarşıları, bakırcıları, baharatçıları ile zamana direnen bir kent… Egzotizmin başkenti…

Yarı baygın gözlerimi açmaya korkuyorum. Ya uyanırsam!

İran’ın diğer büyük kentlerinde gördüğümüz kaykaylı gençler, yerel enstrümanlarla veya gitarları ile sokak müziği yapan insanlar, şen kahkahalar sanki burada yok gibi. Kentin atmosferini bozmamak için el ele verip anlaşmışlar gibi… Yüksekçe bir yerden bakınca çölün orta yerinde sapsarı bir kent ve bu tek renkliliğe meydan okuyan turkuaz kubbeler görünüyor. Bu turkuaz kubbelere yalnız değilsiniz dercesine gökyüzüne doğru uzanan rüzgar kuleleri kentin sembolü olmuş durumda. Bu iki dost, Yezd’in büyülü atmosferine yeni anlamlar yüklemiş sanki.

Rehberimizden bize otel yerine rüzgar kuleleri ile serinleyen bir ev kiralamasını istemiştim. Yezd’in siluetini kaplayan bu kulelerin iki tanesinin serinlettiği arka sokaklardaki kerpiç bir evde, bir yer yatağında uyudum üç gece. Serin ve huzurlu… İran’ın uzak bir kentinde, uzak bir mahallede, kimselerden habersiz…

İlk gece çözdüm rüzgar kulelerinin nasıl çalıştığını. Evin tavanının karşılıklı iki köşesinden baca gibi gökyüzüne uzanan biri alçaktan diğeri yarım metre kadar yüksekten başlayan iki tane kule yapılıyor. Diğerine göre daha alçak olandan eve giren rüzgar, evin içinden geçerek yüksek olan kuleye doğru gidip o kuleden dışarı çıkıyor. İşe yarar mı demeyin. Evin içinde kesintisiz bir hava akımı oluyor. Birkaç gün önce çölde esen yakıcı rüzgarı gördüğüm için kulelerin sağlayacağı hava akışının da sıcak olacağını zannetmiştim. Ama sabahlara kadar serin serin uyudum.

Yezd’in sokaklarında, o sıcakta, gündüz vakti bizden başka kimsecikler yok. Olsun deyip “su”yun tarihini görmek için su müzesine gidiyoruz. 70 yıl önce kuyu suları yüz metre kadar çekilmiş. Ne yapacağını şaşıran Yezdliler, çareyi 330 km uzaktaki İsfahan’dan buraya kadar el yordamıyla boru döşemekte bulmuşlar. Hala Yezd’in sularının % 75’i İsfahan’dan geliyor. Geri kalanı ise kuyulardan elde ediliyor. Siyah beyaz fotoğraflar, eski aletlerler ve çok derin bir kuyuyu da içinde bulunduran “Su Müzesi” Yezd’in bir başka değeri.

Gündüz in cin top oynuyor Yezd sokaklarında, eski çarşılarında, meydanlarında… Amir Çakmak Meydanı, bir havuz, havuzun hemen yanındaki evlerden göğe doğru uzanan rüzgar kuleleri, öte tarafta Amir Çakmak Camisi’nin mukarnası, ince bir sanatın ürünü olan kapının iki yanındaki minareleri ile İran’ın tüm tarihi kentlerindeki simetri…  Meydanın orta yerindeki adsız şehitlik…

Yezd’e akşam iniyor. Serinliğin çökmesiyle büyü bozulur gibi oluyor. O sessiz ve kimsesiz kent, birden bire kalabalıklaşıyor. Meydanlar, yeşil alanlar, havuz kenarları, yollar hınca hınç doluyor, trafik sıkışıyor. Beluciler, Farslar, Türkler, Kürtler, Araplar, Afganlar, Zerdüştler her biri geleneksel kıyafetleriyle Amir Çakmak Meydanı’na doluşuveriyor. Ortalık bir panayır alanı gibi. Amir Çakmak Camisi’ni gören bir kahvehaneye oturuyoruz. Listede Türk kahvesi de var. Hiç düşünmeden söylüyoruz kahvelerimizi. Kahvenin sade mi, şekerli mi, orta mı olduğu sorulmayınca “Bakalım ne gelecek?” diye gülüşerek beklemeye koyuluyoruz. Kahvelerimiz su bardağında geliyor ve sütlü… “Fena mı oldu, memlekette anlatacak bir konumuz daha oldu.” deyip sütlü kahvelerimizi, akşamın alacakaranlığında, oturduğumuz divanlardan Amir Çakmak Camisi’nin süslü duvarlarını seyrederek yudumluyoruz.

 

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar